İran rejiminin bekası ile nükleer silaha sahip olma hevesi arasında sürgit paradoksal bir ilişki var. Batı’nın bu paradoks karşısında çoğu zaman şaşkın bir görünüm vermesi ise öteden beri Tahran’daki yönetimin işine geliyor.

Nükleer hazırlıklar, Batı’yı Tahran’a karşı ortak harekete yönelttiği ölçüde, İran’da “ulusal birlik” çağrıları güçleniyor, muhalefetin sesi daha az çıkmaya başlıyor ve rejimin eli kuvvetleniyor.

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın geçtiğimiz hafta, “Elimizdeki uranyumu yüzde yirmi oranında zenginleştirdik; istesek yüzde seksen oranında da zenginleştirip atom bombası yapabiliriz” demesi de, esas itibarıyla, bu paradoksu avantaja çevirme amaçlı bir çıkıştı. Devrimin 31. yıldönümü kutlamalarında muhalif hareketin gövde gösterisi yapmasından çekinen Ahmedinejad, “nükleer” söylemi tırmandırarak Batı’nın yaptırımları konuşmaya başlamasından medet umdu.

Ve birçok İranlı gözlemciye göre, hafta sonundaki sokak eylemlerinde, muhalefetin “yorgun” bir profil çizmesinde de, “dışarıda olup biten”in payı vardı.

Buna karşılık, başta Washington olmak üzere bir dizi Batı başkentinde öteden beri yapılan “Yaptırımlar rejimi zayıflatır” hesabı terkedilmiş değil. Paradoks da zaten burada; İran rejimini zayıflatmak isteyen Amerika, nükleer silahlanma hevesine karşı ne zaman sert bir önlemler paketinin öncülüğünü yapsa, bu isteğinin gerçekleşmesini biraz daha zorlaştırmış oluyor. Yaptırımlar, son tahlilde İran halkının canını acıtıyor; ayrıca İranlılık “gururu,” yaptırım uygulayan Batı karşısında birleşmeye hizmet ediyor.

Ancak son günlerde, gerek Batı’dan, gerekse İranlı muhaliflerden gelen açıklamaları, bu tabloya bakarak değerlendirince, yeni bir söylemin ve taktiğin olgunlaşmaya başladığını fark etmek mümkün.

Başkan Barack Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı, eski Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı emekli Orgeneral James Jones’un dün haber ajanslarının “flaş” notuyla geçtiği demeci bu açıdan özellikle dikkat çekiciydi. Jones, Amerika’nın İran’a karşı “çok sert yeni yaptırımlar” için önümüzdeki günlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bastıracağını resmen ilan etti ve bu yaptırımların “rejimi sarsabileceğini hesapladıklarını” daha önce Washington’dan duymaya alışık olmadığımız bir açıklıkla söyledi:

“İran’ın içinde çok ciddi sorunlar olduğunu biliyoruz. Biz şimdi rejimin sorunlarını, çok sert yaptırımlar tasarlayıp, bunları uygulayarak arttıracağız. Bunlar yumuşak yaptırımlar olmayacak... Ve bütün bunların bileşkesi, bir rejim değişimini tetikleyebilir.”

İlk bakışta, bu demeci de “Batı’nın İran paradoksu karşısındaki şaşkın çıkışları” hanesine eklememek için hiçbir neden yok. Ama biraz işin arka planına eğilince, Washington’da ve müttefik başkentlerde başka bir şeyin piştiğini, Jones’un “dürüstlüğü”nün boşboğazlığa değil, yeni bir hesaba dayandığını kavrayabiliyorsunuz.

ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’ın Doha’da bir üniversite kampusunda konuşurken söyledikleri, bu yeni hesabı büyük ölçüde deşifre etti:

“Biz İran’daki yönetimin, ülkenin dinî liderinin, Cumhurbaşkanı’nın ve Meclis’inin giderek güçsüzleştiğini ve İran’ın askerî bir diktatörlüğe doğru ilerlediği kanısındayız.”

Bu sözün meali:

“İslam Devrimi elden gidiyor. İran rejiminin siyasi ve dinî bekçileri etkisini yitiriyor; yerlerini, onları bir kukla gibi kullanan Devrim Muhafızları alıyor. İran, teokratik bir cumhuriyet olmaktan çıkıp, Devrim Muhafızları’nın diktatörlüğüne dönüşüyor.”

Bu yeni bir analiz değil ama üst düzey bir Amerikalı yetkilinin bu analizi dillendirmesi yeni bir durum. Kuşkusuz, zamanlaması da manidar; Clinton, yaptığı rejim analiziyle, İran’a karşı planlanan yaptırımların niteliğini de haber veriyor aslında:

Yeni yaptırımlar İran toplumunu, İran’ın dinî liderlerini ve siyasetçilerini değil, onları giderek marjinalize eden ve ülkenin nükleer programının kontrolünü elinde tutan Devrim Muhafızları’nı hedef alacak.

İlginçtir, Nobel Barış Ödülü sahibi İranlı muhalif hukukçu Şirin Ebadi de, pazar günü, “Toplumu zor durumda bırakan iktisadi yaptırımlar yerine, Devrim Muhafızları’nı sıkıştıracak önlemler alınsın” diyordu. Bu çağrının Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi gündemine gelecek yeni yaptırım paketinde karşılığını bulması sürpriz olmayacak. Amaç, İran halkına ve Devrim’e sahip çıkan reformcu siyasetçilere, “Biz Devrim’e karşı değiliz; biz İran’ın dönüştüğü baskı rejimine ve onun muhafızlarına karşıyız” mesajını vermek.

Ne var ki, bu yeni taktik de yine bir paradoksu içinde barındırıyor. İran’da Devrim Muhafızları, askerî bir güç olmanın yanı sıra, füze üretiminden sivil altyapı projelerine, petrol boru hatlarına, toplu konut komplekslerine kadar çok geniş yatırım alanlarını denetimlerine almış durumda.

Mesela, 2009 yazında, İran Telekom’un yüzde ellisinden fazlası, ihalesiz olarak Tosse İtimad Mobin konsorsiyumuna aktarıldı; bu konsorsiyumun sahibi Devrim Muhafızları. Yine Muhafızlar, Kasım 2009’da iki buçuk milyar dolara mal olacak Şah Bahar Demiryolu’nun inşaatını üstlendiler.

Velhasıl, Devrim Muhafızları’na indirilecek darbenin İran ekonomisine, dolayısıyla da toplumuna önemli kayıp verdireceği kesin.

Yine de, Devrim Muhafızları’nın İran’ın diğer otoritelerinden ayrı tutulması, Batı’nın “rejim değişikliği”nden İslam Devrimi’nin iptalini değil reformunu, hatta özüne dönmesini anlamaya başladığı yönünde bir işaret. Bu işaretin ışığı ise Batı’dan ziyare, Doğu’dan, İran’ın kendisinden geliyor.

İranlı “yeşil” muhalifler, İslam Devrimi’nin ideallerine karşı değil, günahlarına karşı ayaklandılar... Galiba Batı da bunu anlıyor artık.



Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×