Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır. 

*** 

Bana, öldürdüğün kadının gözlerini anlat; son ânında sana nasıl baktığını... Yalvarıyor muydu, korkusuz muydu, öleceğinden emin miydi? Açık mıydı gözleri kadının, yoksa onları kapatarak mı bekledi ölmeyi?

Bu soruları  ancak bir çocuk, bu kolaylıkla sorabilir sanırım. Yetişkinler, böyle sorulardan korkarlar zira; muhtemel cevapların da sorular gibi çıplak ve çiğ olmasından çekinirler. Cinayet ânını merak etmenin de, anlatmanın da cânice bir yanı olduğunu düşündüğümüzden belki, çoğumuz, böyle bir konuşmaya tanık olduğumuzda, cevapları veren kadar soruları soranın da “hastalanmış” olduğunu varsayarız.

Bir çocuğun öz dedesine bu soruları sorduğunu duymuştum ben. Dedesi eski bir Nazi subayıydı; öldürdüğü kadınsa gencecik bir Partizan. Çocuk samimi bir merakla soruyordu. Dedesi, içindeki kelimeleri azat edercesine, usulca cevapladı onu; çok sakindi sesi ve çok suçlu.

Sana tecavüz eden adamın gözlerini anlat bana; o gözler kafanın içinde yeniden canlandığında, ne yapmak istediğini söyle... Arzu mu vardı  tecavüzcünün gözlerinde, öfke mi, intikam mı? Mutluydu, diyebilir misin o gözlerin sahibi için?

Bu soruları  bir çocuk bile bu kolaylıkla soramaz. Tecavüz konuşulmaz çünkü. Biz, tecavüzün, cinayetten de korkunç olduğunu biliriz içten içe; öyle öğrendik, öyle kabullendik.

Sana tecavüz eden adam, zevk mi alıyordu bundan, yoksa gizlice acı mı çekiyordu? Bir psikiyatristin, bu soruyu hastasına sorduğunu biliyorum ben. İyileşmenin tek yolunun, “anlatmak” olduğuna inanan kadın, iyileşmenin nasıl bir şey olduğunu bilmeyen kadına soruyordu: “Zevk mi duyuyordu tecavüzcün, acı mı... Söyle bana.” Tecavüz ânını asla hatırlamak istemeyen “hasta” susuyordu. O sustukça, eğer hatırlamazsa, asla unutamayacağını söyleyen “doktor” konuşuyordu: “Anlatmalısın. Aşmak için anlamalı; anlamak için anlatmalı, öfkelenmeli, ağlamalısın.”
   

Terörizme giden beş  yol

Lacivert tayyörlü kadınlar vardır; başka bir renkte, başka bir kıyafet giydiklerinde bile lacivert tayyörlü kalan kadınlar. Onlardan biriydi Jessica Stern; benim için öyleydi: bir tayyör, yuvarlak burunlu küt topuklu pabuçlar, incileri iri bir kolye, nadiren de olsa sedefli bir tebessümle sergilediği inci gibi dişler; Amerika’nın kuzeydoğusunun, o kendinden pek emin, konuşurken ağızlarından çıkan her bir hecede, eğitimlerinden, erdemlerinden ve erkeklerinden çok memnun olduklarını fısıldayan kadınlarına özgü, kuvveti ölçüsünde sükûnetli bir ses.

Şu anda Harvard Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde, Terörizm ve Hukuk Programı’nın direktörlüğünü yapıyor Stern; “Terörizmi Anlamak” adlı bir ders veriyor. Ben onu 1990’ların ortasında tanıdım; Bill Clinton’ın Ulusal Güvenlik Konseyi’nin mensuplarından biri olarak, Beyaz Ev’in karşı kaldırımındaki o heybetli eski ofis binasında çalışıyordu. Otuzlu yaşlarındaydı ama Washington’da, uluslararası terörizm konusunda ne dediğini bilen az sayıdaki uzmandan biriydi. İslamî örgütlerle yakından ilgilenirdi; Clinton yönetiminin Kürt meselesine demokratik çözüm getirilmesi tezine sahip çıkar, Türk ordusuna “misket bombası” satılmaması için devreye girer, PKK’dan “terörist eylemler yapan bir örgüt” diye bahsederdi.

Kimyager kökenli, Harvard’dan kamu yönetimi alanında doktorası olan, çok okuyan, çok bilen, yaşının ötesinde görmüş geçirmiş  bir hali olan bu lacivert tayyörlü kadın, daha sonra bütün mesaisini “teröristler”e ayırmaya başladı. Dünyanın dört yanını gezdi; İslamî, Hıristiyan ve Yahudi radikallerle buluştu; bir gazeteci gibi medreselere, cezaevlerine, kamplara gitti; davaları adına sivilleri öldürmeyi göze alan eylemcilere kimi zaman bir çocuk gibi acul ve çıplak sorular sordu, kimi zaman da bir psikiyatrist gibi, hatırlamalarını bekleyerek sabırla dinledi onları.

Ortaya çıkan kitap, 11 Eylül saldırılarıyla temelinden sarsılan Amerikan toplumuna, onu “düşman” bellemiş insanları, başka hiçbir kitabın anlatmadığı gibi anlatıyordu: Terror in the Name of God: Why Religious Militants Kill (Tanrı Adına Terör: Dindar Militanlar Niçin Öldürürler).

Stern, ister Amerika’da yaşayan aşırı sağ Hıristiyan çeteciler olsun, ister Hamas mensupları, ister Süleyman’ın Tapınağı’nı  yeniden kurmak için silahlanmış radikal Yahudiler, Tanrı adına ölmeyi ve öldürmeyi göze alan dindarları bu yola sevk eden beş ortak “dert” olduğunu yazdı o kitapta: Toplumdan dışlanmışlık hissinin beslediği bir yabancılaşma; otoriter devlet tarafından ikinci sınıf muamelesi görmenin sonucu olan aşağılanmışlık; zorunlu nüfus hareketlerinin yarattığı demografik baskı; tarihsel bir haksızlık fikri ve bunu tersine çevirme iddiası ile bağımsızlık, özerklik ve benzeri taleplerle ortaya çıkan toprak kavgası...

Genç  insanları terörizmden medet ummaya yönelten bu beş derdi inceleyen kitap, bununla yetinmiyor, bireysel hayatlar üzerinde yoğunlaşıp, onları ve onların üzerinden terörün psikolojisini anlamaya çalışıyordu. Katilini tanımaya çalışan bir maktul gibi yazmıştı Stern. 

“Zührevi bir hastalıktır utanç”

O lacivert tayyörlü  kadınların “iç”lerine bakmayı hep istemişimdir ben. Erkek olsaydım ya da kadınlara tensel bir ilgi duysaydım, işim daha kolay olurdu belki; o kadınların peşine düşerdim. Jessica Stern, benim için gizemli bir haber kaynağı olmaktan çıkıp, Terror in the Name of God’ın yazarına dönüştüğünde şaşırdığımı hatırlıyorum; yazar Stern, bürokrat Stern’ün üzerindeki kılıfı çekip almış, tayyör gitmiş, inciler dökülmüş, ortaya başkalarının kabuğunu soymaya çalışırken kendi kabuğundan da sıyrılmayı deneyen bir kadın çıkmıştı âdeta.

Yanılmışım. Daha doğrusu, Stern’ün kuşandığı kabuğun kalınlığını  azımsamışım. Onun, Amerika’da geçen hafta yayımlanan yeni kitabını,  şaşırarak, sarsılarak, yer yer nefes almakta zorlanarak okurken anladım bunu. Kitabın adı Denial: A Memoir of Terror (İnkâr: Bir Terör Hatıratı). “Sessiz kaldım ve hayatım boyunca dinledim” diyor Stern bu kitapta, “ama şimdi, nihayet konuşacağım.” Ve konuşuyor; çıplak, hatta çiğ görünmekten hiç korkmadan, hatırlamaya cesaret ederek, öfkesini gizlemeksizin, intikam duygusunu itiraf edip kendini bağışlamaya zorlamadan, anlamak ve aşmak için anlatıyor.

“Son yirmi yıldır,” diye başlıyor kitabın önsözü, “kötülüğün ve şiddetin nedenlerini araştırıyorum. Şu ana dek, bu işin niçin ilgimi çektiğini, bu yaptığımı nasıl olup da yapabildiğimi hiç sorgulamadım. Bu kitap, terörizm üzerine çalışmalarımı anlattığımda bana her zaman sorulan bir soruyu cevaplıyor: Senin gibi bir ‘kız’ nasıl olur da Pakistan’daki terörist eğitim kamplarına gidebilir? Hiç korkmadın mı? Cevabım şu; korktuğumun farkında değildim. Bu kitap da neden farkında olmadığımı anlatıyor. Bir dizi travma yaşayan insan, korkuyu gerektiği gibi hissetme yeteneğini yitiriyor zira.”

Denial’ın ilk bölümünün başlığı: “Tecavüz.”

Tecavüze uğradığımı biliyordum. Tuhaf olan şey şu... Eğer kız kardeşim de tecavüze uğramasaydı, eğer bunu hatırlamasaydı ve buna ilişkin polis raporu, burada masamda önümde durmasaydı, bu tecavüzlerin gerçekleştiğinden kuşku duyabilirdim. Olayın hatırası bir rüyaya benziyor çünkü. Kenarları bulanık...”

Gerisi Stern’ün, 1973’te kendisinin ve kız kardeşinin başına gelen tecavüzü  bir polis şefinin yardımıyla, soruşturma belgelerine, olayı  yıllar önce bizzat kendisinin anlattığı ses kayıtlarına bakarak hatırlama ve anlama çabası. Massachusetts eyaletindeki nezih bir evde, telefon kablosunu kesen bir yabancının tecavüzüne uğradığında on beş yaşındaymış Stern; kız kardeşi ise on dört. Tecavüz sahnesini an be an yeniden yaşayarak yazdığı sayfaları, irkilmeden, hiddetlenmeden, derin bir sızı hissetmeden okumak imkânsız ama, o korkunç geceden daha korkunç bir şey varsa, o da Stern kardeşlerin, başlarına gelenden çıkardıkları ders. “Utancın zührevi bir hastalık olduğunu öğrendim” diyor Stern; polisin önce kendilerine inanmadığını, olayın gerektiği gibi soruşturulmadığını, basından gizlendiğini ve gerçeğin üzerine örtülen “utanç” perdesi sayesinde, aynı adamın 1971-1973 arasında tam 44 genç kıza tecavüz ettiğinin yıllar sonra ortaya çıktığını yazıyor: “Herkes ama herkes inkârcıydı.” 

Yaşama iştahını  yitirmek

Stern’ün hikâyesinde, sadece gözü dönmüş bir tecavüzcü yok; torunlarıyla çıplak duşa girmeyi seven mucit bir dede de var. Röntgen teknolojisinin gelişmesine buluşlarıyla katkıda bulunan bu adam, ışınların sağaltıcı  gücüne öylesine inanıyor ki, gereksiz bir röntgen terapisine maruz bıraktığı öz kızı (Jessica’nın annesi), aşırı radyasyona bağlı lenfoma sonucu, yirmi sekiz yaşında ölüyor.

Kitabı  okurken, Jessica Stern ile kız kardeşinin, onları bunca örselemiş bir başlangıçtan sonra nasıl olup da hayata devam ettiklerinden, nasıl o kadar sağlam bir kabuk geliştirip içine sığındıklarından ziyade, bir yandan saklanırken, bir yandan da nasıl bu kadar aktif, bu kadar ortada, bu kadar “mutlu” olabildiklerine şaşırdım ben. Önemli bir akademisyen, ünlü bir yazar olan Jessica ile başarılı bir şirket yöneticisi ve amatör opera sanatçısı olan kız kardeşinin kuvveti, gıpta ile tedirginlik karışımı bir his verdi bana. “Helal olsun” demekle “bu kadarı da fazla, burada hakiki olmayan bir şey var” demek arasında gidip geldim... Ta ki kitapta, Stern’ün tecavüzcüsüne uygulamayı hayal ettiği şiddeti anlattığı o en çıplak, o en çiğ bölümlere kadar. Onun yaşadıklarına inanmayan, bunları yaşamasını önlemeyen ve hesabını sormayanlara duyduğu derin öfkeyi, bırakın lacivert tayyörlü bir bürokratın ölçülü üslûbuna, kelimelerini tane tane tartan bir yazarın anlatımına bile sığmayan bir şiddetle kustuğunu okuyuncaya dek.

Nabokov, “Hayat acı çekmektir” diye yazmıştı. Bunu hatırlatıyor Stern ve, kitabı boyunca, “acı çekebilmenin” yaşamakla eşanlamlı olduğunu anlatıyor aslında. Nazilerin Auschwitz Toplama Kampı’nda, artık acı çekemeyen tutsaklara “Muselmänner” denirmiş. Diğer tutsaklar gözlerindeki kıvılcımın sönmesinden tanırlarmış onları. Acı çekemedikleri için yaşama iştahını yitirdiklerini, çok geçmeden öleceklerini anlarlarmış. Primo Levi’nin Boğulanlar Kurtulanlar kitabında anlattığı gibi, kurtulmaya azmeden tutsaklar ise acıya sarılırlarmış boğulmamak için. “Zira,” diyor Stern, “hissizlik bulaşıcıdır. Acı çekememek tehlikeli bir hastalıktır.”

Denial, bu tehlikeli hastalığı iyileştirebilecek bir kitap... Gencecikken bedenini işaretleyip ruhuna işleyen vahşeti hatırlamaya, asla affetmeyeceği tecavüzcüsünü anlayıp anlatmaya çalıştıkça derin bir acı çekiyor Jessica Stern. Ama bu sayfalarda, Beyaz Ev’in koridorlarında hiç olmadığı kadar yaşadığı da muhakkak.

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×