Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır. 

***  

Bizim diyara “ışık, biraz daha ışık” getiren haziran ayının nazlı günbatımlarını hep sevdim. Güneşin yengeç dönencesinin dikine gitmesi sayesinde uzayan günlerin, akşamlarımızın ruhuyla oynaması güzel... Gazetenin ilk baskısı ile karanlığın çökmesi arasına sıkışan bu ödünç saatlerde, birlikte susmak ve yürümek kadar, sayfalarına usulca pembeleşen günışığı düşmüş bir kitabı, yalnız başına okumak da güzel.

Can Yayınları, uzatmalı haziran akşamlarına gayet uygun bir hediye verdi bu ay bize: Sándor Márai’nin Egy polgar vallomasai (Bir Burjuvanın İtirafları) romanı, Sevgi Can Yağcı’nın Macarcadan yaptığı tercümeyle Türkçede. Otobiyografik bir roman bu.

Elliden fazla kitap yazan ve 89 yaşındayken, kendi hayatına son verene dek pek tanınmazken, kitaplarının ölümünden sonra yapılan çevirileri sayesinde, dünyanın, kadrini bilmediği bir dâhi misali, hayret, coşku ve biraz da suçluluk duygusuyla keşfedip kucakladığı Márai, çocukluğunu ve gençliğini anlatıyor; bunu yaparken de, derin bir iç hesaplaşmaya ortak ediyor okuru; kitabın adına uygun biçimde, kendini itiraf ediyor.

1900 doğumlu Márai’nin itirafları, yazarın daha sonra Amerika için terk edeceği Peşte’de, bir burjuva ailesinin çocuğu olarak geliştirdiği alışkanlıklardan, kurduğu hayallerden, yok saydığı zaaflarıyla yok sayamadığı  hırslarından ibaret değil... Romanın beni en çok etkileyen bölümü, yazarın, dışa vurduğu “gazeteci” ile içinde sakladığı “edebiyatçı” arasındaki müzmin mücadeleyi deştiği sayfalar. Tanıdık bir şizofreninin, tanıdıklığı ölçüsünde can yakan bir anlatımı:

Yazar bazen soylu olmayı ister, bazen bir şeyleri onaylamayı, içtenlikle ‘evet’ demeyi ister. Gazeteci ise iki kılıçla dövüşür; yazar bazen kabul edip sussa da savaştığını hisseder. Ben de iyi bir gazetecinin, öfkesiyle, suçlamalarıyla ve sevimsizlikleriyle barışık olduğunu öğrendim... Öfkeme sonuna kadar güvenmediğimi fark etmem içinse yılların geçmesi gerekti. Bir gün seçmek zorunluluğu çıktı ortaya. Yazar söz istediğinde gazetecinin susması gerekiyordu, iki ayrı hayatı yaşamak, ayrı iki şeye inanmak olanaklı değildi; yazıişlerinin hücum saatlerinde mutlaka nefret etmen ve yok etmen gerekeni, günün farklı zamanlarında ‘anlamak’ mümkün olmuyor...

Gazete bürolarında yaşamayı, kendine şu ya da bu nedenle reva görmüş yazarların ruhsal bölünmesinin esrarı da burada saklı, sanırım. “Gazeteci,” Márai’nin tarif ettiği gibi, muhalefet eden, maske düşüren, dövüşen ve dövüşerek dünyayı değiştireceğini sanan bir mahlukken, bütün bunlardan çok daha zor bir işe kalkışıp, insanı ve dünyayı anlamaya çalışanlara da “yazar” deniyor. 

“Yeni yeni” dedikleri

“Anlamak” isteyen gazetecilere “yazar,” yazdıklarına da “edebiyat” muamelesi yapılmaya ilk olarak kırk yıl kadar önce Amerika’da başlandı. İngilizcenin gelmiş geçmiş en çok satan yazarlarından Tom Wolfe, 1973’te yayımladığı  The New Journalism (Yeni Gazetecilik) adlı antolojinin girişinde büyük bir iddia ortaya attı. “Kurgu, en azından ABD’de edebiyatın ana kulvarı değil”di artık Wolfe’a göre ve “ne yazık ki, gazetelerdeki insan hikâyelerinin çoğu pek yavan”dı. Bununla birlikte, Amerika’da yepyeni bir yazı ve yazar türünün geliştiğini ilan ediyordu Wolfe; gerçek olayları keskin bir gözle izleyip, gerçek konuşmaları hikâyelerle terbiye edilmiş bir kulakla dinledikten sonra lezzetli bir dille yazabilen, edebî olmak için ille de “kurgulamak” gerekmediğini kavramış gazetecilerden söz ediyordu. Wolfe’un bugün artık bir “klasik” olan antolojisinde yer verdiği Truman Capote, Joan Didion, George Plimpton, Norman Mailer ve Gay Talese gibi isimlerin kaleme aldıkları röportajlar, “yeni gazeteciliğin en başarılı örnekleri” olmanın ötesinde, yirminci yüzyıl Amerikan edebiyatının da olgun birer meyvesi sayılıyor şimdi.

“Yeni gazetecilik” ya da Amerika’daki akademik adıyla “edebî gazetecilik” (literary journalism) alanı, son kırk yılda çok gelişti. Oxford Üniversitesi Edebiyat Profesörü ve Britanya’nın en önemli edebiyat eleştirmenlerinden John Carey’nin editörlüğünü yaptığı yıllık Faber Book of Reportage ve Ian Jack’in her sene yayına hazırladığı Granta Book of Reportage adlı derlemeler sayesinde, dünyanın farklı dillerinde yazılmış edebî haber-röportajlar, İngilizcede toplu halde bulunabiliyor şimdi. Ryszard Kapuściński, Günter Wallraff gibi yazarlar, “yeni gazeteciliğin” dünyadaki en büyük isimleri arasında sayılıyor. Ve bu “edebî” tür, yeni yüzyılda, Robert S. Boynton’ın 2005 tarihli antolojisine verdiği adla The New New Journalism (Yeni Yeni Gazetecilik) diye anılıyor daha ziyade. “Yeni yeni gazetecilik,” Sándor Márai’nin anlattığı temel çelişkiden ziyade, o pek tuhaf

çift unvanla “gazeteci-yazar” olarak bilinmekten gocunmayan Anthony Burgess’ın Daniel Defoe için yazdığı ünlü cümleyi destekleyen ürünlerin ortak adı bir bakıma.“Daniel Defoe” der Burgess, “ilk büyük İngiliz romancıdır, çünkü o, aynı zamanda ilk büyük İngiliz gazetecidir.” 

Kurgu dergilerden kovulurken...

Olsa iyiydi, tabii ama her şey bu kadar basit değil, maalesef. Nitekim, geçen hafta, Sándor Márai’yi okurken, sadece “yeni yeni” gazeteciliğe değil, Mother Jonesdergisinin son sayısındaki Ted Genoways imzalı makaleye de gidip geliyordu aklım. Genoways’in Virginia Quarterly Review adlı edebiyat dergisinin yayın yönetmeni olduğunu bilince, makalesinin başlığı daha da manidar oluyor: “The Death of Fiction?” (Kurgunun Ölümü Mü?)

Genoways, eskiden The AtlanticEsquireMother JonesPlayboyGQVanity Fair dâhil birçok derginin, her sayıda mutlaka “kurgusal” bir hikâyeye de yer verirken, artık bundan vazgeçtiklerini hatırlatıyor. Hikâyeler ve roman parçaları, The New Yorker ve Harper’s gibi bir iki istisna dışında, İngilizce popüler süreli yayınlardan da, günlük gazetelerin kültür eklerinden de kovulalı çok oldu. Şiire, hikâyeye, roman tefrikalarına yer veren edebiyat dergileri ise, ya birbiri ardından kapanıyor ya da artan biçimde haber-röportaj türü ürünlere açıyorlar sayfalarını ve, Genoways’e göre, bunların çoğu da “yeni yeni gazetecilik” kapsamına dâhil edilmeyi hak edecek edebî derinlikten yoksun. YouTube’un, Twitter’ın ve reality show’ların hükümranlığındaki post-postmodern hayatlarımızda, “gerçeklik” denen o kocaman yanılsamanın paramparça edilmesinden müteşekkil ve teşhircilikle dikizcilikten mülhem kısa tanıklıklarla avunmamız bekleniyor bizden; anlamak ya da anlatmak yerine gıdıklamak ve gıdıklanmakla yetinmemiz isteniyor velhasıl. 

Tuşların ucundaki anlam

Esasen, işi “anlamak”  olan yazarlar için değil sadece, “anlamak ve anlatmak” isteyen gazeteciler için de müşkül bir çağda yaşıyoruz biz. Alan Kirby, bu çağa “dijimodernizm” adını veriyor. Kirby’nin yeni kitabının adı başlı başına bir tarif: Digimodernism: How New Technologies Dismantle the Postmodern and Reconfigure Our Culture (Dijimodernizm: Yeni Teknolojiler Postmoderni Nasıl Parçalarına Ayırıyor ve Kültürümüzü Nasıl Yeniden Şekillendiriyor).

Kirby’ye göre, post-modern sonrası dönemin, yani dijimodernizmin en belirgin özellikleri, bu döneme ait metinlerde kendini eleveriyor. Çocuksu, dolaysız, isimsiz, çoğul, sonsuz, görünür ve gelişigüzel metinler bunlar. En önemlisi de, “interaktif” metinler... Giderek, edebiyatın ve yeni gazeteciliğin yerini, dijital teknolojinin metinlerle karşılaştığı ortamların ürünü olan “yepyeni” bir yazı türünün almasının kaçınılmaz olduğu kanısında Kirby. Twitter yazışmalarından SMS’lere, online chat’ten blogculuğa bilumum ortamda yaratılan bu “yazı”nın temel farklılığını şöyle tanımlıyor:

 “Metin, artık parmakların tuşlar üzerinde gezinmesiyle oluşan, oluşurken elektronik ağın anonim katılımcıları tarafından ânında izlenen ve içine girilebilen, değiştirilebilen kolektif bir şeye dönüştü. Yeni edebiyat, bu metinlerle yazılacak.”

Böyle derken eklemeyi de unutmuyor Kirby; “ilk dijimodernist roman henüz yazılmadı.” Yazılır elbet; yazılacaktır. Ama bunun için sabırsızlandığımı söyleyemeyeceğim. Nitekim, anlamanın ve anlatmanın, aynı anda tuşlara dokunan kalabalıkların yapabileceği “dijital” bir şey olduğundan pek emin değilim ben; anlama çabası, bazıları için “anlık” tatminlere erişebilir belki ama beni bunun tatmin edeceğinden emin değilim. Yazarın ve yazının yalnızlığını da sevdiğimden belki, Sándor Márai’nin muhasebesi başka bir çağa ait gibi gelmiyor bana: “Dünyanın bütün kusurlarını, rezilliklerini, yolsuzluklarını mutlaka benim yok etmem gerektiğine inanmayı bıraktım, iyi yazılar yazarak dünyayı değiştirmenin olanaklı olduğuna inanmayı da. Belirsiz, sersemletici bir duygu sardı beni, çok yüksekten aşağı bakan bir duvarcı gibi, yazılan her söze dikkat etmeye başladım; daha az çalıştım ve bu daha az çalışma, daha fazlasını verdi.”

Daha iddiasız, daha az, daha dikkatli ve, evet, belki daha yüksek bir yerde durup, daha da yalnız kalarak yazabilmek, insanı ve dünyayı “anlamak” için hâlâ elzem bence.

[email protected]

Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×