* * *
Erkeklerin gözleri ise; kadınların takılarından, giysilerinden çok, göğüs çatallarına, bacaklarına ve kalçalarına kaymada...
* * *
Neden kadınların gözleri, birbirlerinin takılarına, giysilerine kayıyor da; erkeklerin gözleri kadınların göğüs çatallarına, bacaklarına, kalçalarına kayıyor?
* * *
Siyasal parti liderleri de, partilerin merkez yönetim kurulu üyeleri de, sivil-asker Hazine’den geçinmeli “mevki sahipleri” de; kadınların gözleriyle, erkeklerin gözlerinin nerelere neden kaydığının yanıtını hiç düşünmüş değillerdir.
* * *
Gözlerdeki doğal kaymalar ve yönetici kadroların, hiç de doğal olmayan “milli çıkarlarımıza göre...” gerekçeli tartışma ve çatışma tatavaları...
* * *
İstanbul’un nüfusu henüz 500-600 binken; mahalle aralarından geçen yoğurtçular:
- Silivri kaymaak, diye bağırırlardı.
* * *
“Kaymak”, sadece gözlere özgü sessiz bir bakış akışı değildi; sütlerle yoğurtların da üstünü kaplayan kalınca bir yağ tabakasının adıydı.
* * *
Bembeyaz kaymak gibi mis kokulu göğüsler;
Oraya erkek gözü kaymasın da ne yapsın?
Kadını takıdan çok güzellikleri süsler,
Kaydıysa şayet eksen, inan ki çok harapsın.
* * *
Eksen kaydı kaymadı...
Dış politika bir “kaykay” eğlencesi; bir oraya, bir buraya kollar açık kaya dur...
İç politikada da denizde bir sörf eğlencesi; dalgalardan dalgalara ine çıka kaya dur...
* * *
Her ikisinin de en büyük sakıncası; demagoglar saltanatının rüzgârlı bir gösteri şişinmesi yüzünden, gariban hayatların çaresizliğe kayması...
* * *
Eksen kaydı mı, kaymadı mı; tartışa dursun yorumcular...
İşlek caddelerdeki apartmanların üst dairelerinde sıram sıram Doç. Dr. yahut Prof. Dr. bir yığın hekim tabelası çarpıyor göze...
* * *
Acaba o tabelaları oraya asanlar için, “hekimlik” bir araç mı, yoksa bir amaç mı?
* * *
Orta yaş kuşağı doktorlarından, dört dörtlük bir kalite insanı olan eski dost, beyin cerrahı Prof. Dr. Yunus Aydın’la geçen akşam konuşuyorduk bu konuyu.
* * *
Kendisi yeni çıkmıştı bir ameliyattan ve eşiyle birlikte Boğaz’ın harika manzaralı bir terasında buluşmuştuk.
* * *
Hem son bir ameliyattan yeni çıkmış bir beyin cerrahı olacaksın ve daha 1 saat önce neler yaşadıklarının dumanını, kimseye yansıtmadan paylaşacaksın bir akşam yemeği sohbetini.
* * *
Doktorluk, Türkiye’de kimler için bir “araç”; kimler için “mesleğinde evrensel bir kaliteyi gerçekleştirmek” ve hayata layık olmak için bir “amaç”tı?
* * *
Yunus Aydın dosta, dünyanın en kısa fıkrasını anlatarak takılıyordum:
- Adam doktora gitmiş... Gidiş o gidiş...
* * *
Nedense tüm dünyada doktorları iğneleyen bir yığın fıkra vardır.
Neyzen Tevfik de, bir yergi dörtlüğü yazmıştı:
Bir hazakatzedeyim,
Midemi tıp tepti benim.
Kırk katır tepse idi,
Yıkılmazdı bu polat bedenim.
* * *
Bir yığın da tıp öğrencisi yetiştirmekte olan Prof. Dr. Yunus Aydın’a:
- Vakit saat çaldığında, en çok hangi hastaneye güvenmem gerektiğini soruyordum; beni bin bir test ve git-gel’lerle süründürmeyecek bir hastaneye...
* * *
Yunus Aydın:
- İstanbul’daki hastanelerin teknik donanımları çok yüksek ama, önce güvendiğin bir doktora teslim olman gerekiyor, hastanelere değil, dedi.
* * *
Ameliyattan yeni çıkmış dost bir beyin cerrahının ağzından, eski Mısır’da Ramses dönemindeki “mumyalama” teknolojisini dinliyorduk.
Mumyalanacak ölmüş bir firavunun beyni, yüz hatlarını bozmadan nasıl çıkarılıyordu?
* * *
Gözlerim, Boğaz’ın Marmara’ya doğru uzanan ihtişamının uzaklarındaki Ayasofya’ya kayıyordu bazen...
* * *
536 yılında İsidoros ile Anthemios için de, “mimarlık” bir geçim “aracı” değil, bir “amaç”tı.
* * *
İstanbul semtlerinin ilk şiirlerini yazmış olan Yahya Kemal’den de şiirler okuduk.
Ne yazık ki, Türkiye’de, “değerliler önemli değildi, önemliler de değerli değildi”.
* * *
Çocuk parklarında 2-3 yaş çocukları da bayılıyorlardı, yüksekçe bir yere çıkarılıp, aşağıya doğru kaymaya bırakılmaktan...
* * *
Solmaz’ın da anıları, vaktiyle annesini de ameliyat etmiş olan Yunus Aydın’la tanıştığı günlere kayıyordu.
* * *
Karşı kıyıda patlatılan havai fişeklerinin kıpkırmızı ışıkları, iyice yükseldikten sonra, kandil kandil aşağılara kayıyordu.
* * *
Bir de Türkiye’nin ekseninin nereye doğru kaydığı vardı...
Ve içerdeki sıcak çatışmalarda, gencecik insanlar ölüme kayıyordu...
* * *
Edip Ayel de, gönlünün anlamsızlıklara kaydığı bir gün şöyle yazmıştı:
Bir gün gömecekler beni şehrin varoşunda;
Boş geçti ömür, kaç günümüz kaldı ki şunda...

