Kelebektik, birer tırtıl olduk hepimiz
***
Sıcak ve karanlık bir yer hatırladığını söylüyor kızım: “O senin karnın mıydı?” Her çocuğun bir başlangıç, bir yaratılış, bir genesis hikâyesi var ve her çocuğun muhayyilesi, en loş köşelerinde, uzanıp dokunmanın da, varlığını büsbütün unutmanın da imkânsız olduğu kırmızımsı bir rahim hatırası saklıyor. Hayatın içimizi acıttığı anlarda, bir cenin gibi kendi üstümüze kıvrılmamız da bu yüzden belki; bildiklerimizden yorulduğumuzda, hafızamızın dehlizlerinden süzülüp derinlere, hiçbir sözün erişemediği, merdivenleri çoktan yıkılmış o ıssız mahzene inmeye çalışmamız bu yüzden. Kendi başlangıcımız saklı o mahzende; hayatımızın ilk anları saklı. Bebekken yaptığımız sayısız keşfin zihinsel notları da orada, henüz kelimelere dökülmemiş düşüncelerin körpe öznesi olduğumuz o uzak günlerin dilsiz tanıklıkları da.
Bebekler ne biliyor...
Amerika ve Britanya’da altı aydır “bestseller” listelerinden inmeyen bir kitap, işte bu dilsiz tanıklıkları anlamaya çalışıyor. Adı, The Philosophical Baby: What Children’s Minds Tell Us About Truth, Love and the Meaning of Life (Felsefi Bebek: Çocukların Zihinleri Bize Hakikat, Aşk ve Hayatın Anlamı Hakkında Neler Anlatır).
Kapağı ve raflardaki yeri itibarıyla, ilk bakışta, atlarını yarışa hazırlayan acemi seyisler misali, çocuklarını nasıl daha akıllı kılabileceklerinin ipuçlarını her yerde arayan heveskâr anne babalar için kurulmuş binlerce tuzaktan birini andırıyor kitap. Ben, kerameti evlâdından menkul “hiç kimse”ler olmaya hepten razı ebeveynlere yönelik bu ihtiraslı yayıncılık faaliyetini, karnımın burnuma değdiği günlerde fark ettim ilkin ve o ihtirasın tezahürlerinden inatla uzak durdum. New York’taki bir kitapçıda The Philosophical Baby’yi görür görmez uzanıp almam, sayfalarını biraz karıştırdıktan sonra da okumaya karar vermem istisnai bir durumdu velhasıl.
İyi ki inadımı yenmişim... Alison Gopnik sağlam dili, düşünsel derinliği ve anlattığı eğlenceli deneylerle, birer “öğrenme makinesi” diye nitelediği bebeklerin nasıl “işlediğine” dair bir kılavuz sunmakla kalmıyor zira; aynı zamanda kendimize doğru bir seyrüsefere çıkarıyor bizi, bilimin açıklamakta en fazla zorlandığı şey olan insan aklının içine bakmayı deniyor.
Gopnik, Kaliforniya Üniversitesi’nin Berkeley kampusunda çalışan bir gelişim psikologu. 1990’larda ortaya attığı “teori teorisi,” çocukların çevreleriyle rastlantısal bir ilişki kurmadıkları kabulüne dayanıyor. Gopnik’e göre, küçük çocukların dış dünya konusunda zaman içinde değişen teorileri var ve bu teorileri, bilim adamlarınınkine benzer psikolojik mekanizmaları işleterek kuruyorlar. Her çocuk, tıpkı bir bilim adamı gibi, neden-sonuç ilişkisine dayalı modeller üzerinden anlamaya çalışıyor dünyayı.
The Philosophical Baby, bu teoriyi geliştirip, bir zamanlar bebek olmuş herkes için anlaşılabilir kılan bir kitap. “Bebeklerin ve küçük çocukların yetişkinlerden sadece daha zeki ve yaratıcı değil, aynı zamanda daha şefkatli ve daha bilinçli olduklarını” söylüyor Gopnik; bu fikri destekleyen çok sayıda gözlemi okura aktarıyor.
Laboratuar oyunları
“Bebekler ve küçük çocuklar hakkında son otuz yılda öğrendiklerimiz, iki bin beş yüz yıl zarfında öğrendiklerimizden daha fazla” Gopnik’e göre; yirminci yüzyılın son çeyreğinde, idrak yollarımız, hayal gücümüz, hakikat algımız ve bilincimiz üzerine bir bilgi patlaması yaşadığımızı yazıyor.
Bir bebeğin hayretle açılmış gözlerine bakıp da o gözlerin neyi nasıl gördüğünü merak etmemiş olanımız yoktur sanırım. Bu merakı depreştirecek türden deneyler anlatıyor Gopnik. Bu deneylerden birinde, bir yaşındaki bebeklere bir kutu dolusu ping pong topu gösteriliyor. Topların yüzde sekseni beyaz, yüzde yirmisi kırmızı... Araştırmacı, teker teker alıp dört top çıkarıyor kutudan. Topların dördü de beyaz olduğunda kendilerince tezahürat yapıyor bebekler; daha düşük olan ihtimal gerçekleşip, topların dördü de kırmızı olduğunda gösterdikleri şaşkınlık ise çok daha büyük. Araştırmacı, bebeklere elini uzatıp bekliyor sonra ve istisnasız her bebek kırmızı bir top veriyor ona.
Bu ve buna benzer çok sayıda deney, Gopnik’i bebeklerin hesap bilmeseler de, istatistiksel gözlem yapma gücüne sahip olduklarına ve karar verirken bu gözlemden yararlandıklarına ikna ediyor.
Farklı bir dünya hayali
Bebekler ve küçük çocuklar, çalışkan birer bilim adamı gibi sürekli deney yapıyor, bu deneylerden elde ettikleri sonuçları karşılaştırıyor ve yaptıkları çıkarsamalarla dünyaya ilişkin yeni teoriler üretiyorlar. “Çocuklar ve yetişkinler, homo sapiens’in iki ayrı türü” diyor Gopnik; çocuk beyninin, insanoğlunun araştırma-geliştirme departmanı gibi çalıştığına inanıyor, biz yetişkinler ise üretim ve paketleme departmanının elemanlarıyız.
Hepimiz yaklaşık yüz milyar sinir hücresiyle doğuyoruz ve bu hücreler arasındaki iletişim, hayatımızın hiçbir döneminde bebekliğimizdeki kadar hızlı ve yoğun olmuyor. Bebeklik ve ilk çocukluk yıllarımızda “karmaşa” ve “yenilik” hükmediyor beynimize, büyüdükçe “düzen” ve “tekrar” geçiyor iktidara.Daha iyi odaklanmayı, daha organize düşünebilmeyi “zihinsel gelişim” ile açıklamaya alıştığımızdan, bunun aslında bir durağanlaşma, bir gerileme olduğunu kavramıyoruz çoğumuz. Olgunlaşmanın, sinir sisteminin budanması demek olduğunu, düzenin ve odaklanmanın bizi giderek daha az sinir hücresi kullanmaya, dolayısıyla daha fazla âtıl sinir hücresini ölüme terk etmeye yönelttiğini bilmiyoruz.
Gopnik, birle beş yaş arası homo sapiens üzerinde çalışırken, bu türün, yetişkinlere kıyasla çok daha geniş olan imgeleminin ve yaratıcı potansiyelinin de, sanıldığı gibi “mantık silsilesinin zayıflığı” ya da “hakikat ile hayal arasındaki farkı kavrayamamak” ile açıklanamayacağı sonucuna varıyor. Yaptığı deneyler, küçük çocukların yanlarından hiç ayırmadıkları hayali arkadaşlarının ya da konuşmaktan gocunmadıkları oyuncaklarının, böylesi bir algı bozukluğundan ziyade, “farklı bir dünya hayalini mümkün ve gerekli” görmelerinin ürünü olduğunu ortaya koyuyor.
Yönünü şaşırmanın yararı
Gopnik’in kitabını çok sevmemde, hayal gücünün erdemi kadar, yönünü şaşırmaya verdiği önemin de büyük payı var. Zaman ve mekâna ilişkin bilginin verdiği sahte emniyet hissine, ayaklarımızı yere sağlam basıp düşmemeye ve kaybolmamaya her şeyden çok önem vermeye alışarak olgunlaşmanın, daha sığ düşünmekle, daha az yaratmakla, daha cılız sevmekle doğrudan bağlantılı olduğunu anlatıyor Gopnik. Bebeklerin ve küçük çocukların ise, tam tersine, ufacık bir odada bile devr-i alem yapabildiklerine, zaman ve mekân içinde kaybolabilmeleri sayesinde daha çok görüp daha çok fark ettiklerine inanıyor. Bebeklerden öğreneceğimiz bir şey varsa, Gopnik’e göre, o da hayatın içinde pusulasız gezinmenin sandığımız kadar tehlikeli olmadığı. Kafamızın başlangıçtaki o pek yaratıcı karışıklığını, o dilsiz ama zinde tanıklıklarımızın tazeliğini yeniden yakalamamızın imkânsızlığını teslim etse de, kısmî çare olarak seyahati ve meditasyonu öneriyor bize. İnsanın evinden, alıştığı mekândan, çevreden, dilden koparak fiilen yollara düşmesi ya da benzer bir yolculuğa kendi zihninde çıkmayı denemesi, sinir hücrelerinin arasındaki teması arttırmanın bir yöntemi Gopnik’e göre.
“Biz bebekken,” diyor, “birer kelebek gibiydik dünyanın içinde. Bir o yana, bir bu yana hesapsız uçan, pır pır bir algımız vardı. Sonra eğitim denen, düzen denen kozaya soktular bizi. Birer tırtıla dönüştük.”

