Abdullah Gül, İstiklal Marşı eşliğinde göndere bayrak çekti ve bağımsızlığına on sekiz yıl önce kavuşan Kazakistan ile ilişkilerimizi özetleyen kısa bir konuşma yaptı.
Belki de 27 Mayıs’ın yıldönümü olduğu için, bir başka büyükelçilik binasını hatırlayarak geçmişe döndüm.
***
Bizim yurt dışındaki büyükelçilik bina ve rezidansları arasında bir sıralama yapılsa, İran’daki rezidans herhalde ilk sıralarda yer alır.
Vaktiyle rezidansı gezerken, geniş ormanlar içerisine oturtulmuş mülkü Fatin Rüştü Zorlu sayesinde sahiplendiğimizi anlatan binanın girişindeki bir plaketi anımsadım.
İran rezidans açılışından kısa bir süre sonra askeri darbe olacak ve başına gelen bu felaketi kılını bile kıpırdatmadan büyük bir metanetle karşılayan Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu da, Hasan Polatkan ve Adnan Menderes’le birlikte kurban edilecekti.
***
Adnan Menderes’i, Fatin Rüştü Zorlu’yu ve Hasan Polatkan’ı kim kurban etti?
Cevabı 1986 yılında yayınladığım “Süperler ve Türkiye” adlı kitabımın 99. sayfasından itibaren yeniden okuyalım:
“1961 yılında yapılacak olan genel seçimler için dönemin başbakanı çıktığı gezilerde halka yeni yatırımlar vaat etmektedir; nitekim verilen bu sözler nedeniyle bütçe 387 milyon TL açık vermiştir.
Batının sağlayamayacağı dış fonları bulmak için Adnan Menderes ve iktidarı gözlerini Sovyetler Birliği’ne çevirmiştir. Ancak, 27 Mayıs Devrimi ile Batının çok tehlikeli bulduğu bu girişim önlenmiş olacaktır.”
***
Olay daha sonraları dönemin aktif ve öndeki diplomatlarının anılarına da yansıyacaktır:
“Zorlu’nun, Amerikalılarla, yardım meselesinden arası açılmıştı. Yeni krediler için çare arıyordu.
Bir sabah odasında onu çok dalgın ve düşünceli buldum.
O tarihte bloklararası ‘yumuşama’ başlamış ya, başta ABD, bütün NATO ülkeleri SSCB ile yakın alışveriş ilişkilerine giriyorlar, ‘ayağını sürüyen’ sadece Türkiye.
Semih Günver ortaya bir fikir atıyor:
‘Biz niçin bazı yatırım projelerini Moskova’ya finanse ettirmiyoruz?
Böylece belki Amerikalıları da harekete geçirir, yardıma teşvik edebiliriz.’
(Zorlu’nun) galiba bu fikre aklı yattı. Başbakanla görüşmüş, meseleyi derinleştirmişler: 1960 Temmuz’unda Moskova’ya gitmek, hem siyasi, hem iktisadi görüşmeler yapmak kararını almışlar...”
“O dönemin Tahran Büyükelçisi Mahmut Dikerdem, hatıralarında, Moskova ziyaretinin anlamını Zorlu’nun kendisine şöyle açıkladığını naklediyor:
‘Evet, bu ziyaret dış politikamızda bir dönüm noktası olabilir, çünkü soğuk savaş döneminde ABD’nin müttefiki olmanın gereği, SSCB ile ilişkilerimizi alçak düzeyde tutmaktı.
Mademki ABD, Moskova ile diyalog kurmanın kendileri için zamanı geldiğine inandılar; bizim de SSCB ile normal ve giderek dostça ilişkiye yönelmemiz zorunludur.
Moskova ziyaretini Amerikalılara danışmadan düzenledik, çünkü danışırsak, engellemek isteyeceklerini biliyorduk. Sovyetler önerimizi hemen kabul ettiği gibi...’”
***
“İşin arkasını, yine Semih Günver’den dinleyelim: ‘Ankara’daki ABD Elçiliğine niyetlerimiz hakkında gerekli bilgiler verildi. Görünüşte normal karşıladılar. (Oysa) CIA’nın derhal harekete geçtiği, ziyareti önlemeye çalıştığı intiba alındı.
Washington, Moskova ziyaretinden hiç mi hiç hoşlanmamıştı. 1947’den beri ABD’nin dümen suyuna girmiş bir ülkenin hükümeti, ilk kez kendi başına harekete tevessül ediyordu.
Amerikalılar, Rıza Şah Pehlevi’yi uyardılar. Türkiye nereye gidiyordu?’
Bildiğiniz gibi Menderes ve Zorlu’nun 15 Temmuz 1960 Moskova ziyareti gerçekleşmemiştir.’”
***
Türkiye’deki ‘kökü’ içerde sanılan büyük siyasal çalkantıları yeryüzü konjonktürüne bakmadan anlamak mümkün değil...
Tabii dış konjonktürün yeşil ışığını gören darbecilerin, bunun gereğini Başbakan asarak ifa etmeleri yerel anti-demokratik kültürün de vahşi ve kanlı bir türevi... Hâlbuki...
“Siyaseten yanlış yapan siyaseten fatura öder” anlayışı demokrasinin özüdür.
Suç işleyen de hukuken cezalandırılır. 27 Mayıs’la birlikte ikisi birbirine karıştı.
27 Mayıs, halk iradesiyle gelenin yeniden halk iradesiyle gitmesinin esas prensip olduğu, Türkiye için çok taze bir fidan olan demokratik kültürün büyük bir baltayla yok edilmesiydi.
Daha vahimi...
27 Mayıs’la halk iradesinin darbelerle yolunun kesilmesi ve bunun bir gelenek olmasının yolu açıldı, bir vesayet rejiminin var olduğu tescil edildi.
1960 Anayasası bir darbe anayasası olduğu için halk iradesine ipotek koyan tüm kurumların doğduğu bir anayasa olarak var oldu.
27 Mayıs’ın 50. yılı ama maalesef 27 Nisan e-muhtırası da sanki geçmişten hiçbir ders alınmamışçasına çok taze...
Balyoz, Kafes ve diğerlerini ise pas geçiyorum...
***
Dilerim 50. yılında 27 Mayıs’ı tüm yönleriyle anımsamak ve tahlil etmek, ileriye yönelik darbecilik ve vahşet anlayışından da topluca arınmamıza olanak sağlar...
Arınsak, Astana Büyükelçilik binasını açarken
27 Mayıs’ın yıldönümü ve dolayısıyla rahmetli Fatin Rüştü’nün hazin ve talihsiz sonu akla gelmezdi...
Yeni binanın keyfini demokratik bir ülke vatandaşı olarak daha keyifli çıkarırdık...
27.05.2010

