Ertesi gün pazardı ve güzel bir pazar yazısı yazmaya hazırlanıyordum.
İşte o sırada çocuklarımızın ölüm haberi geldi.
İnsan öyle bir anda ne hisseder?
Gerçek bir Türk ne hissederse elbette onu, sadece onu.
O duygunun yurtiçisi, yurtdışısı, tebdili mekânı yoktur... Maçin'de olsanız gelir sizi yakalar.
* * *
Kimbilir kaç kere gittiğim o karakollardan gelen her genç ölüm haberi, her asker cenazesi beni ağlatır.
Hüngür hüngür ağlatır.
İnsan böyle anlarını erteleyemez, bu duygunun kaza namazı yoktur.
Yazmaya başladım.
Böyle günde ne yazılır?
Elbette ıstırap ve elem.
Sonra yazı kendi kendini yazmaya başladı. Sanki içimdeki bir başka ben, avaz avaz bağırıyordu.
Yazı bir ıstırap yazısı, çocuklarımıza ağıt yazısı olmaktan çıkıp, bir öfke yazısına dönüşüyordu.
Kime mi?
Elbette dağdaki o çapulcuya.
Ama bayırdaki “ruhsuza da...”
Öfkem haddini aştı, üslup şehveti öfkenin boyunu geçti.
Korktum ve bıraktım.
Ben yazamıyorum ama siz bilin, hissedin, ta şuranızda, yüreğinizde hissedin. O yazı hem sizin, hem benim, hem hepimizin “artık şuramıza gelen” öfkesiydi.
Yazıyı yazmıyorum, sadece üzerimdeki ağır battaniyenin altındaki o hissi tarif etmek istiyorum.
Başım, başımız belaya girmesin diyorum; kendi kendime o kadarına müsaade ediyorum.
Cesaret edebildiğim tek şey, bir hissi tarif edebilmek.
Eminim hissediyorsunuz, anlıyorsunuz. Haddini aşmış o duygunun, öfkenin ne olduğunu biliyorsunuz.
Hepimizin içine hapsedilmiş, sindirilmiş o prangalı öfke haykırıyor:
“Yeter be, yeter, yeter artık...”
* * *
Yazıyı silip attım, tekrar pazar yazısına döndüm.
“İnsanın ruhu var mıdır” diye bir yazı yazdım.
Vardığım sonuç, kiminde epey vardır, kiminde hiç yok...
Kiminde başkalarına, uzaktakilere epey vardır da; burada, dibinde, sınır karakolunda oturan çocuklara karşı zırnık kadar yoktur.
Pazar günü Işın Çelebi aradı.
“Ruh vardır ve Mevlana'ya göre o sevgidir” dedi.
“Doğru vardır” dedim.
“Esirgemediğiniz takdirde vardır” dedim.
Yani sevgiyi, ilgiyi esirgemediğiniz zaman.
Uzak çocuklara fazlasıyla, hatta siyaset meydanlarında bozdurup bozdurup harcayacak kadar bahşettiğiniz sevgiyi, ilgiyi, sınır boyunda ıssız bir karakolda bitmeyen kalleş gecelerde, göğsünde fişeklikle sipere giren Sakaryalı, Oflu, Keşanlı çocuktan esirgerseniz, hani nerede o ruh?
Evet, hançeremi yırtarcasına haykırıyorum.
Bugün sınır boylarını, aşılmaz dağları, sevgiden yoksun bırakılmış, siyaseten yalnızlığa terk edilmiş Anadolu çocukları savunmaktadır.
O çocuklar sevgiyi, ilgiyi uzaktakilerden çok daha fazla hak etmektedirler.
O sınır boylarını, üç-beş savcının ve insafsız aydının hoyratça paramparça ettiği genç subaylar, mahkeme salonundan çıkıp cepheye koşan komutanlar savunmaktadır.
* * *
İşte pazar yazımın son cümlesi buydu.
Ondan bile ürktüm, çıkarıp attım.
Ama o cenazeler var ya, o ağlayan analar, babalar...
Kızım dahil, üç-beş yaşındaki erkek çocuklarına bakıp daha şimdiden ağlamaya başlayan analar.
O bütün gün boyunca bana gelen telefonlar, memleketimin göğsünde yürek taşıyan insanlarının ruh hali var ya, işte onu görünce, dayanamadım.
Mavi filolarla sınır ötesine ihraç edilen o ruh, bir gün mutlaka, bu sevgisiz bırakılmış çocukların canlarıyla, kanlarıyla savunduğu anavatana geri dönecektir.
Evet bir gün mutlaka...
Ben içimden geleni tam yazamıyorum; ama siz hissedin.
Ta şuranızda, sınır karakollarındaki çocukların verdiği canın, sizin içinize ateş gibi düştüğü o yerde hissedin.
Yüreğinizde...
Ruhunuzda.
Hissedin ve hiç unutmayın...

