Boğaz’ın kıyılarını kapatan eski zaman yalılarıyla, arkalarındaki serin koruların ve çamlar altındaki balkonlu ahşap köşklerin değerini, insan; 30-32 dereceyi bulan, bir yaprağın bile kıpırdamadığı temmuz sıcaklarında anlıyor.
* * *
Herhalde 150-200 yıl önce de, kavurup duruyordu İstanbul’u yaz sıcakları.
Nüfusu ancak 100 bin kadar olan Osmanlı başkentinde; Saray’a bağlı bin, bilemediniz 2 bin kişi püfür püfür yaşama olanağına sahipti.
* * *
Mehmet Altan’ın da sevdiği bir fıkra:
Yine bugünkü gibi bir temmuz sıcağında, karpuz yüklü sandalında ayağa kalkmış küreklere asılarak Kandilli’de akıntıyı geçmeye çalışan bir sandalcıya; yalısının esintili “cihannüma”sından ünlü bir paşa, başındaki takkesiyle gülerek bakıyormuş.
* * *
Sandalcı kan ter içinde, asılıyormuş da asılıyormuş küreklere ve bir türlü geçemiyormuş akıntıyı.
* * *
Paşa ise gözlerini sandalcıya dikmiş, adeta eğleniyormuş onun çaresiz zorlanmalarıyla.
* * *
Sonunda, ter içindeki sandalcının da tepesi atmış ve esintili yalısından kendisine gülerek bakan paşaya bağırmış:
- Ne bakıp duruyorsun öyle gülerek; alt tarafı sen de öleceksin, ben de...
* * *
Paşa da, cevap vermiş sandalcıya:
- Evet ama ben böyle yaşayarak öleceğim, sen de öyle...
* * *
Gerçi şimdi evlerin birçoğu, arabalar, mağazalar, lokantaların kapalı salonları; serinlik de yayan klimalarla sıcağa karşı korunaklı ama...
* * *
Bir de dönerci ustalarının, ocak başlarındaki aşçıların, yüksek mi yüksek iskeleler üstünde ve güneşin altında binaları “mantolama”ya çalışan genç sıvacıların, yangınların içine dalan itfaiyecilerin ve sokak satıcılarının durumunu düşünün...
* * *
Bir yanda karpuz yüklü sandalında ayağa kalkmış, kan ter içinde küreklere asılarak akıntıyı geçmeye uğraşan sandalcı; bir yanda yalısının “cihannüma”sından gülerek sandalcıya bakan takkeli paşa...
* * *
İstanbul’un nüfusu 15 milyonu geçti ve kutuplaşmalar da büsbütün arttı galiba...
* * *
Şimdi bir de; Ergenekon diye bilinen dava ve kanlı çatışmalar paralelinde, referandum kampanyası başladı...
* * *
Meydan toplantılarında kürsülere çıkan nutukçu esnafının, sıcaklarla arası nasıl, bilemiyorum.
* * *
Bendenizin aklı en çok, neden nutukçuluğa bu kadar sevdalandıklarına takılıyor.
Onların gerekçeleri malum:
- Vatana millete hizmet etmek için...
* * *
Bazen genç, hatta orta yaşlı dostlara:
- İnsan neden yalan söyler, diye sorduğum oluyor.
* * *
Şimdiye dek hiç cevap alamadım; anladığım kadarıyla kimse düşünmemiş insanların neden yalan da söylediğini.
* * *
İnsan neden yalan söyler?
1- Doğruyu söylerse, cezalandırılmaktan korktuğu için.
Cinayet işlemiş biri, elbet de:
- Ben kimseyi öldürmedim, masumum ben, diyecektir.
* * *
2- Karşısındakini kazıklayıp, kendine daha fazla çıkar sağlamak için.
Ağzı laf yapan bir tezgâhtar, elindeki malı müşteriye satmaya çalışırken:
- Vallahi sermayesine veriyorum, diyebilir; hele mal biraz da bozuksa.
* * *
3- Olduğundan daha üstün görünmek için.
Rüşvetçi bir bürokrat, yahut suyuna tirit bir siyasetçi:
- Ben bunu vaktiyle Cumhurbaşkanı’na da söylemiştim, diye abartmalı bir savurtmacayla başlayabilir tepelerden konuşmaya.
* * *
İnsanların neden yalan söyledikleri bir elekten geçirildiğinde; kolaylaşır yalanların ağırlığından kurtulmak da...
* * *
Günde nerelerde ne kadar yalan söylendiğinin bir istatistiği yok.
* * *
Acaba mahkemelerde ne kadar yalan söyleniyor?
Aileler içinde söylenen yalan ne kadar?
Ya politikada?
* * *
Yalan üstüne bir yığın da espri var.
Gençten bir adam bir çiçekçiye girmiş. Bakmış tezgâhın arkasındaki bir pankartta:
- Bir buket çiçekle söyleyin söyleyeceğinizi, diye yazmakta.
* * *
Genç adam, satıcı kadına:
- Bir buket yapma çiçek istiyorum, demiş; çünkü yalanla başlayacağım söyleyeceğim laflara.
* * *
Bu sıcakta Boğaz’da paşa paşa oturulacak yerlerden biri de, Kandilli İskelesi...
Yalıya malıya gerek yok, bir dondurma yeterli...
* * *
Sadece bir kuşku geçiyor insanın içinden:
- Acaba bir ömür akıntıya kürek mi çektik, diye...
Misafir Avatar
İsim
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×